HİKAYELER
BEKLENMEDİK MİSAFİR
Yüzlerce yıl önce, evleri küçük bir baraka olan çok fakir bir adam ve eşi yaşıyordu. Adamın adı Yusuf, eşininki Rabia idi. Sahip oldukları tek şey cılız bir inek idi, bu inekten sağladıkları süt ve peynir ile kendilerini besliyor ve geçimlerini zar zor sağlıyorlardı.
Bir öğleden sonra, güneşin batmasından çok az önce, Yusuf kapının çalındığını işitti ve açtığında şaşkınlıktan dona kaldı. Önünde çok iyi tanınan muhterem bir zat duruyordu. Ona arkasında saygıyla duran birkaç öğrencisi eşlik ediyordu.
“Bütün gün yoldaydık, neredeyse güneş batıyor” dedi muhterem zat. “Akşam yemeğinde size katılabilir miyiz?”
Üstat ve öğrencilerinin barakaya girmesi için yana çekilirken “Elbette, elbette” dedi Yusuf. O anda, ocakta durmakta olan eşi omzundan ona baktı. O da çok şaşırmıştı ve büyük üstadın aniden ortaya çıkmasıyla biraz da korkmuştu.
“Çok iyi o zaman” dedi Üstat etrafa göz atarak. “Ama öğrencilerim ve benim çok aç olduğumuzu söylemeliyim. Biraz et, biraz taze sebze ve elbette iyi şarap istiyoruz. Bunları temin edebilir misiniz?”
Yusuf tereddüt etti, ama sonra hevesle başıyla onayladı. “O, evet” dedi. “Bu bizim için büyük bir onurdur ve size tam arzu ettiğiniz şeyleri vermek isteriz. Karımla konuşmama izin verin…”
O ve eşi odanın bir köşesine çekildiler. Rabia endişeyle “Ne yapacağız?” diye sordu. “Bu adamlara istedikleri şeyleri nasıl vereceğiz? Etimiz ya da taze sebzemiz yok, içtiğimiz şarap çok değersiz”
Yusuf bir an düşündü. Sonra, “Yapılacak tek bir şey var. Yiyecekleri almak için ineği satmak zorundayım. Harcayacak zaman yok!”. Ve karısı protesto etmeden önce, aceleyle kapıdan çıkıp gitti.
Bir saat içinde, Yusuf tam olarak Üstadın istediği yiyeceklerle geri döndü ve Rabia bunları aceleyle hazırladı. Ama büyük Üstat yemeye başlayınca, Yusuf ve Rabia onun ne kadar çok yiyip içtiğine şaşırıp kaldı. Tabaktaki yemeği bitirir bitirmez, anında daha fazlasını istiyordu. Yemek makinesi gibiydi! Öğrenciler bile şaşırmıştı. Sanki Üstat her şeyi yemeye niyetliydi.
Son lokmayı da yuttuktan sonra Üstat sandalyesini geriye itti ve ayağa kalktı. “Çok lezzetliydi! Çok teşekkür ederim” dedi. “Şimdi yol için enerjimizi yüklendik, yolumuza devam edeceğiz.” Ve birdenbire öğrencileriyle birlikte geldikleri gibi gittiler.
Rabia kapıyı kapatırken, “Pekala, bu tam bir bela” dedi. “Şimdi hiçbir şeyimiz yok, cılız ineğimiz bile! Ne yapacağız, Yusuf? Açlıktan öleceğiz”
Ağlayan karısını görmeye dayanamayan ve ne yapacağını bilmeyen Yusuf kapıyı açtı ve soğuk gecede kendini dışarı attı. Kısa süre sonra kendini ormanda yürürken buldu, nereye gittiği hakkında hiçbir fikri yoktu. Karısıyla birlikte karşılaştığı bu berbat zor durumu çözmek için ne yapacaktı? Sonra, düşünmeden gözlerini kapattı, dizlerinin üzerine çöktü ve dua etmeye başladı. Kalbinin derinlerinden asla sahip olmadığı şeyler için dua etti – sadece kendisi için değil, uzun zamandır ıstırap çekmekte olan eşi için de.
Tam o sırada, Yusuf arkasındaki çalılıklardan gelen bir ses duydu ve gözlerini açınca açıklık alanda sendeleyen birini gördü. Yaşlı bir adamdı, iyi giyimliydi ama darmadağınıktı, görünüşe göre sarhoştu. Ama Yusuf’u görünce gözleri mutlulukla parıldadı.
“Burada birinin olmasına çok memnunum” dedi yaşlı adam, sözcükleri ağzında geveleyerek. “Tek başıma ölmek istemiyorum.”
“Ölmek mi?” dedi Yusuf, ayağa kalkarak. “Ölmeyeceksin. Sadece biraz fazla içmişsin.”
Ama Yusuf yaşlı adama yaklaşırken, yaşlı adam inledi ve yere düştü. Yusuf onun yanında diz çökerken, adam acı dolu hikayesini anlattı. Çok zengindi, ama ailesinin önem verdiği tek şey parasıydı. Aslında, her şeyine sahip olmak için akbabalar gibi adamın ölmesini bekliyorlardı.
“Ama onlara sürpriz yapacağım” dedi yaşlı adam hazin bir gülümsemeyle. “Tüm hazinemi buraya bu ormana gömdüğümü bilmiyorlar. Hiç bir şey alamayacaklar, çünkü hiçbir şey hak etmiyorlar!”
“Başına bunların gelmesine üzüldüm” diye yanıtlar Yusuf. “Burası soğuk, dinlenmen için sıcak bir yere ihtiyacın var.”
Yaşlı adam başını salladı. “Bunun için çok geç” dedi. “Ama bana karşı o kadar naziksin ki. Bana yıllardır bu şekilde davranan hiç kimse olmadı, nezaketinin karşılığını vereceğim. Burada… Bak…”
Ama ceketinin cebine ulaşırken, öksürmeye başladı. Sonra, aniden sessiz kaldı ve gözleri kapandı. Yusuf ona yardım etmek için hızla eğildi, ama adam ölmüştü.
Şimdi Yusuf daha çok korkmuştu ve kafası karışmıştı. Yanındaki bedene baktı, adamın ölmeden hemen önce cebinden çıkardığı kağıt parçasını gördü. Nazikçe kağıdı alıp açtı. Bunun bir harita olduğunu görerek şaşırdı, haritayı takip ettiğinde gömülmüş olan hayal edebileceğinin ötesindeki hazineyi keşfetti.
Beş yıl geçti. Bir gün büyük Üstat ve öğrencileri yolculukları sırasında yine aynı yerden geçerken karşı yönden gelen güzel bir binek arabası gördüler. Öğrenciler arabaya bakarken, yıllar önce onlara yemek sunmak için çabalayan fakir adamı görünce şaşırdılar. Yanında eşi oturuyordu ve çok zengin görünüyorlardı, hiç dertleri yokmuş gibiydiler.
Öğrenciler açıklama almak için Üstatlarına döndüklerinde, sanki bu onun beklemekte olduğu şeymiş gibi sadece sakince gülümsedi. “Görüyorsunuz” dedi öğrencilerine, “Neşeli, başarılı ve zengin olmak Yusuf’un kaderiydi, ama onun için gerçekten anlamı olan şeyleri istemeyi asla düşünmedi. Tek cılız ineği ile birlikte yaşamının kalanını geçirmekten hoşnut olacaktı. Bu nedenle bundan kurtulması için ona yardım etmek zorunda kaldım.”
Michael Berg – The Secret
Üç yaşındakı kızı ve ondan iki yaş büyük oğluyla birlikte uzun bir seyahate çıkmışdı. Yollarda çocuklara meyve, çikolata almak için sık sık durur, her defasında aldıkları şeyleri arka koltukta oturan çocuklara uzatırken, kimin eli uzansa; Al, bunu kardeşinle paylaş! derdi. Bir gün, yolun ikiye ayrıldığı bir yerde tereddüde düştü. Sağdakı yolu mu takip etmeleri gerekiyor, soldaki yolu mu derken, eş...iyle arasında tartışma çıktı.
Direksiyonun başında o oturduğu için gaza bastı ve kendi dediği istikamette yola devam etti. Eşi onun bu hareketine çok içerlendi, suratını astı ve başını yana çevirip onunla hiç konuşmadı. Aralarındaki gerginliği anlamış olacak ki, küçük kızları arkadan uzanıp annesini öptü ve dedi ki:
Al anneciğim, bunu babamla paylaş...!
Yüreğindekini, cebindekini, düşündekini paylaşmak… Hiçbir şeyin yoksa şayet, olacağı güne dair umudunu paylaş
İYİ NİYETLE...
İyi niyetli ve yardım sever bir arkadaşımla bir gün doğada gezerken, kozasından çıkmaya çabalayan bir kelebek gördük. Kelebek kozanın lifleri arasından sıyrılmaya çabalıyordu. Yardım sever arkadaşım hemen kelebeğin imdadına koştu. Dikkatlice kozanın liflerini sıyırdı, kozayı araladı ve kelebeğin fazla çabalamadan kozadan çıkmasını sağladı. Ancak kelebek kozadan kolaylıkla çıktıysa da, biraz çırpındı ve uçamadı. Yardım sever arkadaşımın göz ardı ettiği gerçek şuydu: Kanatlar ancak kozadan çıkma çabalarıyla güçlenir ve uçuşa hazırlanır. Kelebek kendini kurtarma çabalarıyla aslında kaslarını geliştirmekte, kendini ayakta tutacak, güçlü kılacak, uçmaya hazırlayacak hareketleri çabalarıyla öğrenmekteydi. Yardım sever arkadaşım işini kolaylaştırarak kelebeğin güçlenmesine engel olmuştu. Kelebek hiçbir zaman özgürlüğü tanımadı, Hiçbir zaman gerçekten yaşayamadı.
Gerçek sevgi çocuğun her şeyini kolaylaştırmak mı, yoksa çabalarına saygı göstererek gelişmesine, hayata hazırlanmasına ve sürekli bize güveneceğine, kendine güvenmesine olanak sağlamak mı?
Çin'de bir adam, her gün boynuna dayadığı kalın sopanın iki ucuna asılı testilerle dereden evine su taşırmış... Bu testilerden birinin yan kısmında çatlak varmış...
Diğeri ise hiç kusursuz ve çatlaksızmış ve her seferinde bu kusursuz testi adamın doldurduğu suyun tümünü taşır... Ama her zaman boynunda taşıdığı testilerden çatlak olanı eve yarı dolu olarak varırmış. 2(iki) sene her gün bu şekilde geçmiş. Adam her iki testiyi suyla doldurmuş ama evine vardığında sadece 1,5 testi su kalırmış...
Tabi ki kusursuz, çatlak olmayan testi vazifesini mükemmel yaptığı için çok gururlanıyormuş...
Fakat zavallı çatlağı olan kusurlu testi, çok utanıyormuş. Doldurulan suyun sadece yarısını eve ulaştırarabildiği için de çok üzülüyormuş..
İki yilin sonunda bir gün, görevini yapamadığını düşünen çatlak testi, ırmak kenarinda adama şöyle demiş: "Kendimden utanıyorum. Şu yanımdaki çatlak nedeniyle, sular eve gidene kadar akıp gidiyor.."
Adam gülümseyerek dönmüş; " Yolun senin tarafinda olan kısmının çiçeklerle dolu olduğunu göremedin mi? Fakat kusursuz testinin tarafinda hiç çiçek yok. Çünkü ben başından beri senin kusurunu, çatlağını biliyordum..
Senin tarafına çiçek tohumlari ektim. Ve hergün o yolda ben su taşırken, senden akan sularla onları suladın.. 2 senedir o güzel çiçekleri toplayıp, masamı süslüyorum. Sen kusursuz olsaydın, o çatlağın olmasaydı, evime çiçek götüremeyeceğimden böyle güzellik ve zarafet veremeyecektim" diye cevap vermiş...
Netice olarak adeta her birimizin kendine has kusurları olan birer çatlak testi gibiyiz... Fakat sahip olduğumuz bu kusurlar ve çatlaklar hayatımızı ilginç yapan,mükafatlandıran, renklendiren,güzelleştiren birer özelliğimiz olarak düşünelim... Etrafinizdaki her kişiyi, oldukları gibi kabullenelim...Dışlarındaki kusurları değil,içlerindeki güzellikleri görelim...
Yillar önce Dale Carnegie demişti ki:
"Herkese portakal gelirken, niye bana ekşi limon geldi?" diyeceğinize, limonunuzla limonata yaparak herkesten farklılığı yaşayın...
İLAHİ MAHKEME
Bir adam ölmüş ve öbür dünyada yargılanmak üzere sırasını bekliyormuş. Sıra kendisine gelip mahkeme salonuna girdiğinde bir de ne görsün?
Yargıç kürsüsünde bir insan oturuyor.
Tanık sandalyesinde ise Tanrı yerini almış.
Adam şaşkın,
“Aman Tanrım, bu nasıl oluyor? Beni senin yargılayacağını sanmıştım. Oysa orada hakim olarak bir insan oturuyor.”
Tanrı gülümsemiş,
“Ben hiçbir zaman sizi yargılamadım. Sonsuz sevgimle, ne yapmayı seçtiyseniz, sizi seçiminizde özgür bıraktım. Bana yargılamak değil, sevmek yakışır. Çünkü ben saf sevgiyim. Sizi kendimden yarattığım için sizi yargılamak kendimi yargılamak olur. Ayrıca benim yargılamama ne gerek var ki? Her şeyi bilen ben sadece burada tanıklık ediyorum. Dünyada olduğu gibi burada da insanlar tarafından yargılanıyorsunuz. Birazdan salonu hayattayken, senin zarar verdiğin, hoşgörülü davranmadığın, yargıladığın, kalplerini kırdığın insanlar dolduracak. Onlara kendini affettirmeye çalış. Onlar seni affederse ne ala. Çünkü cennetin yolu onların affından geçiyor.” demiş.
Adam merakla sormuş: “Peki ya affetmezlerse ne olacak?"
Tanrı yine sevgiyle gülümsemiş,
“Ben cenneti de, cehennemi de yeryüzünde yarattım. Seni tekrar yeryüzüne göndereceğim. Orada öyle bir yaşam süreceksin ki, tüm yaptığın kötülükler, verdiğin zararlar sana aynen yaşatılacak. Yani ettiğini bulacaksın. Ama bunun amacı sana ceza vermek değil. Sadece o insanların hissettiklerini bizzat yaşayıp anlaman, yaptığın kötülüklerin bilincine varman. İşte o zaman sen kendini affetmiş olacaksın.”
Adam bir süre düşünmüş, “Peki, cennet nasıl bir yer?” diye sormuş Tanrı’ya.
“Cennet, bir yer değil, bir bilinç düzeyidir evladım. Dünyada mutlu, huzur ve sevgi dolu, insanlara destek olmaktan haz duyan, yarattığım canlı ve cansız her varlığa saygı göstermeyi bilen insanlar var ya, işte onlar, dünyada cenneti yeniden yaratmaları için geri gönderdiğim cennetliklerdir. Cennet de dünyadan başka yerde değil.” demiş Tanrı.
“Ama kutsal kitap bana öyle öğretmedi.” diye karşı çıkmış adam.
“Kutsal olan tek şey yaşamdır. Ben o kitapları kutsal kılmadım. Siz kıldınız. Her şeye sevgi ile bakmasını bilerek yaşayan insan, en büyük ibadeti yapandır.” demiş Tanrı.
“Peki dünyaya döndüğümde doğru yola görmemde yardımcı olacak mısın?” diye sormuş adam.
“Ben bunun için siz insanların içine “vicdan” denen bir pusula koydum. Eğer bu pusulanın etrafına ördüğünüz kalın bencillik duvarlarını yıkarsanız, vicdanınızın yani benim sesimi kolaylıkla işitebilirsiniz.”
“Peki biz insanlara ne kadar yakında bulunuyorsun?” diye sormuş adam.
“Hem size şah damarınızdan daha yakınım, hem de düşman olduğunuz kadar sizden uzağım.” demiş Tanrı. “Çünkü düşmanlarınız da Ben’im. Siz de Ben’im.”
"Yani mahkeme salonunda insanlara hiç mi hesap sormuyorsun Tanrı’m?”
“Sadece iki sorum oluyor tüm insanlara.” diye gülmüş tanrı.
“Dünya okulunda ne kadar sevmeyi öğrendiniz?
Ne kadar bilgi kazandınız?”
Bir Kartal Hikayesi
Bir rivayete göre; dört tavuk bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çaldılar.
Yumurtayı kümese getirdiklerinde, kümeste bulunan diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşündüler. Zaman geçti, yumurtayı getirenler de unuttu, onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğunu inandılar...
Bir anne bulundu yetim yumurtaya, kuluçka başladı. Kısa bir zaman sonra yumurta kırıldı. İçinden simsiyah kanatlı,ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıktı.... Herkes mutluydu,böylesini ilk defa görmüşlerdi. Anne tavuk, dersler vermeye başladı yavrusuna: "Bak yavrum,yerden bulduğun böceği şöyle ye! Arpayı buğdayı böyle ye!. "Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretiyordu yavrusuna. Büyük tavuk annesinin her söylediğini yapıyordu. Tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da öğretti annesi: "Bak yavrum, eğer kedi buradan gelirse aksi istikamete doğru kaç,şuradan gelirse buraya kaç... "
Büyük tavuk büyüdükçe güzelleşiyordu. Oldukça uzun kanatları vardı. Ara sıra diğerleri onun kanatlarına bakmak için geliyorlardı...
Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken büyük tavuğun gözü,gökyüzünden süzülerek korkunç bir ihtişamla geçiş yapan başka bir canlıya ilişti.
-Anne bu ne? Dedi büyük tavuk.
-Ha o mu? O kartal yavrum,kuşların padişahı.
-Ne de güzel uçuyor!
-Evet yavrum! Ama sen sakın ona özenme. Asla onun gibi olamazsın! Sen bir tavuksun. Senden önce baban,deden,amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı.. SEN BİR TAVUKSUN VE BİR TAVUK GİBİ YAŞAMALISIN.
O günden sonra büyük tavuk,ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çekti... ve her seferinde "keşke bende bir kartal olup uçabilseydim. " Dedi. Yine bir gün siyah kanatlı büyük tavuk ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gitti... O nu bir tavuk gibi defnettiler; kii hakikatte ölen bir kartaldı..
"Bir kartal gibi doğup,bir tavuk gibi yaşayan ve kartallara özenip sonunda bir tavuk gibi ölen binlerce kartal var. Yıl 2013, yer DÜNYA.. Şu anda kendi gücünün farkına varamayan,milyonlarca hatta milyarlarca insan var yeryüzünde. NE BÜYÜK ACI!!
HİÇ BİR ŞEY GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİLDİR...
HİÇ BİR ŞEY ANLATILDIĞI GİBİ DEĞİL...
HER DUYDUĞUNA İNANMA....(BUNA BİLE )
GELECEĞİNİ ŞEKİLLENDİREN DÜNÜN DEĞİL, YARININ HAYALLERİDİR..
Günlerden bir gün: Buddha bir ağacın altında öğrencileriyle oturmaktadır. Bir adam gelir ve yüzüne tükürür. Buddha yüzünü siler ve adama sorar, “Başka? Başka ne söylemek istiyorsun?” Adam şaşırır, çünkü bir insanın yüzüne tükürülünce “Başka?” diye sormasını beklememiştir. Böyle bir deneyimi yoktur.Daha önce insanları h...ep aşağılamıştır ve onlar da kızarak tepki vermiştir. Ya da korkudan gülümsemiş ve adama yaranmaya çalışmışlardır. Ama Buddha ikisini de yapmamış, ne öfkelenmiş, ne de korkmuştur. Sadece düz bir şekilde “Başka?” diye sormuştur.Tepki vermemiştir.Ama Buddha’nın öğrencileri öfkelenir, tepki verir. En yakın öğrencisi Ananda der ki: “Bu çok fazla, buna tahammül edemeyiz. Sen öğretine devam et, biz de şu adama bunu yapamayacağını gösterelim.
Cezalandırılması gerekiyor. Yoksa herkes aynı şeyi yapmaya başlar.”Buddha konuşur:”Sesini çıkartma. O beni kızdırmadı, ama siz kızdırdınız. O bir yabancı, buralara yeni gelmiş. Benim hakkımda bir şeyler duymuş olmalı; ‘bu adam tanrı tanımaz, tehlikeli, insanları yoldan çıkarıp yanıltıyor’ gibi şeyler. Benim hakkımda bir fikir edinmiş. O bana tükürmedi, kendi fikrine tükürdü; beni tanımıyor ki, bana nasıl tükürmüş olabilir? Eğer düşünürseniz, o kendi zihnine tükürdü.Ben onun bir parçası değilim, ve görüyorum ki bu zavallı adamın söyleyecek başka bir şeyi olmalı. Çünkü bu, bir şey söylemenin bir yolu; tükürmek bir şey söylemenin bir yolu. Bazen dilin yetmediğini hissettiğin anlar olur; derin sevgide, yoğun öfkede, nefrette, duada. Dilin yetmediği yoğun anlar olur. O zaman bir şey yapman gerekir.Derin sevgi duyduğunda, birine sarılırsın; ne yaparsın orada? Bir şey söylersin. Çok öfkelendiğinde birine vurursun, tükürürsün, bir şey söylüyorsundur. Bu adamı anlayabiliyorum. Söyleyecek başka bir şeyi daha olmalı. O yüzden ‘Başka?’ diye sordum.”Adam daha da çok şaşırır! Ve Buddha öğrencilerine der ki: “Siz beni daha çok kızdırdınız, çünkü siz beni tanıyorsunuz, benimle yıllarca yaşadınız, ama yine de tepki veriyorsunuz.”Şaşıran, kafası karışan adam evine döner. Bütün gece uyuyamaz. Bir buddha gördükten sonra artık eskisi gibi uyumak zordur, mümkün değildir. Bu deneyim tekrar tekrar aklına gelir.
Ne olduğunu kendine açıklayamaz. Titreme, terleme nöbetleri geçirir. Böyle bir adama hiç rastlamamıştır; bütün zihni, bütün kalıpları, bütün geçmişi dağılır.Ertesi sabah geri döner. Buddha’nın ayaklarına kapanır. Buddha sorar: “Başka? Bu da sözle söylenemeyeni söylemenin başka bir yolu. Ayaklarıma dokunduğun zaman, sözcüklere sığmayan, sıradan dille anlatılamayan bir şey söylüyorsun.” Buddha devam eder: “Bak Ananda, bu adam yine burda, bir şey söylüyor. Çok derin duyguları olan bir adam bu.”Adam Buddha’ya bakar: “Dün yaptığım şey için beni affet.”Buddha cevap verir: “Affetmek mi? Ama ben, dün o hareketi yaptığın adam değilim ki.Ganj nehri sürekli akıyor, o hiçbir zaman aynı Ganj değil. Her adam bir nehirdir. Senin tükürdüğün adam artık burada değil; aynı onun gibi görünüyorum, ama aynı değilim, bu yirmidört saatte öyle çok şey oldu ki! Nehirden çok su aktı. O yüzden seni affedemem, çünkü sana kızgın değilim."“Ve sen de yenilendin. Görüyorum ki sen dün gelen adam değilsin, çünkü o adam kızgındı. O kızgındı, ama sen önümde eğilip ayağıma dokunuyorsun, nasıl aynı adam olabilirsin? Sen o değilsin, o yüzden bunu unutalım. O iki adam; tüküren adam ve tükürülen adam, artık yok. Yakına gel. Başka şeylerden konuşalım.
Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklifte bulunur:
- "Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?" Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler.
- "O zaman" der öğretmen. "Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin" Öğrenciler bunu da yaparlar. "Şimdi yarınki ödevinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!" Öğrenciler , bu işten pek bir şey anlamamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen:
- "Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiğiniz herkes için bir patates alın, o kişinin adını o patatesin üzerine yazıp torbanın içine koyun." Bazı öğrenciler torbalarına üçer-beşer tane patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzına kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine
- "Peki şimdi ne olacak?" der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar:
- ”Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde? hep yanınızda olacaklar."
Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar :
- "Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor."
- "Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık."
- "Hem sıkıldık, hem yorulduk?" Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir:
- "Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir ihsan olarak düşünüyoruz, halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir."
Yorumlar -
Yorum Yaz